SİTE İÇERİKLERİ  
  ANA SAYFA
  ÜYE OL
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  REKLAMLAR
  EĞLENCE
  HABERLER
  SPOR
  RESİMLER
  ANİMASYONLU RESİMLER
  İBRETLİK RESİMLER
  DİNİ BİLİMLER
  CENNETE YOLCULUK
  BİLGİLENDİREN YAZILAR
  ŞİİRLER
  TARİHTEN
  ATASÖZLERİ
  KOMİK YAZILAR
  İLGİNÇ YAZILAR
  AŞK YAZILARI
  İSLAMİ RÜYA TABİRLERİ
  İSLAMİ KONULAR
  SAĞLIK
  ALIŞVERİŞ
  HAYATA DAİR
  KÜLTÜR-SANAT
  LİNKLER
  SİTENİ KAYDET
  VİDEOLAR
  CANLI TV & RADYO
  SÖZLÜK
  OYUNLAR
  SİNEMALAR...
  İLETİŞİM FORMU
İLGİNÇ YAZILAR

ÜÇLER Alçı Kartonpiyerin Katkılarıyla 

Çoban ve Ağaç


"Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık".


Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.


Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken :


"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi."
Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.
Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.


Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense birşey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinde daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Birşey hatırlamıştı.
Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken :
"Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak.


"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?" 


Mavi Gözlü Pembe Fil 

Bir başka kentten İstanbul’a kaçıncı gelişim. İki katlı otobüsün ikinci katında, en önde oturuyordum. Arabanın camı kırık, kalöriferi yanmıyordu. Yarı uyur, yarı uyanık- gözlerim kapalı İstanbul’a doğru “geçmişe bir yolculuğun içinde”. Yağmur yağıyordu, ben çok üşüyordum.

 Sabahım o puslu aydınlığına açtım gözlerimi. İstanbul’daydım. Kocaman pembe bir fil yolun sağ tarafında, gözleri mavi, durmuş öylece bakıyordu, inanamadım. İyice görmek isteğiyle öne doğru eğildim. Yanından hızla geçtik, göremedim.

 Pembe bir fil, gözleri de mavi. “Kiraz çiçek açıyı aykırı dal üstüne “Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” Gülümsedim. Üzgün ve yorgundum. İçim acıyordu, kaygılıydım. Biraz sonrasıydı korkutan beni. Biten bir evliliğin bittiğini söylemek için bu kente geliyordum. Yüz yüze konuşmalıydım, gözlerinin içine bakarak, “Bitti!” diyebilmeliydim.

 Ne zaman, nerede indim. Hangi yollardan geçtim. Kapıyı kim açtı, onunla nasıl karşılaştım hiç anımsamıyorum. Nasıl da çaresizdi bakışları. Atatürk’e benzetip sevdiğim adam, mavi gözlü aşkım. Elinde küçük bir paket, “Sana aldım, sen gümüş seversin.” Başımı çeviriyorum. Oturduğum koltuk sarıyor beni, dibe doğru çekiliyorum. “Ben gümüşü severim. Evet! Seni de sevmiştim. Bitti!” diyorum. Paketi düşürüyor elinden. Bağırmaya başlıyor. Çok bağırıyor, duyamıyorum. Yüzüm uyuşuyor.

 Salona bir yatak seriyorlar. Yatıyorum. Gözlerimi yumuyorum, otobüsteyim. İstanbul’a geliyorum; açıyorum gözlerimi; mavi gözlü pembe fil yolun kıyısında. Ne horoz ötüyor, ne ezan okunuyor. Ben uyuyamıyorum, ben uyanamıyorum.

 Küçük bir kız çocuğu ayak ucumda. Kucağında sımsıkı sarıldığı oyuncak fili var.

 O benim oyuncağım, annem dikmişti.

 O çocuk da benim. Üzüm gözlü kara kız.

 “Kara kız, kaytan kız

 Un çuvalını yırtan kız”

 Hayır ben yırtmadım!

 Ben hiçbir şey yırtmadım. Büyüdüm, evlendim, çocuklarımı da büyütttüm.

 Hoşçakal İstanbul. Yolun kıyısındaki mavi gözlü pembe fil. Çocukluğum, kadınlığım.

 Hoşçakalın.


Vardır Bir Hayır... 

Bir zamanlar Afrika''daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
"Bunda da bir hayır var!"
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın başparmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:
"Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?"
Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
"Haklıymışsın!" dedi.
"Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi."
"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı.
"Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral.
"Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene!!!..."


Bir Gül Masalı 

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış. Bu kız öyle güzelmiş ki çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelirmiş. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi, nice şovalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş.

Bu arada aynı kasabada yaşayan ve bu kıza aşık olan bir delikanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da reddetmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış. Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk çoluğa karışmış.

Bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş. Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını çok merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Üstelik zengin bile değilmiş.

Çok merak eden adam kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. Kız da ona, arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse, cevabı vereceğini, bu arada tek şartının bahçede ilerlerken, geriye dönmemesi olduğunu söylemiş.

Adam da bunun üzerine yüzlerce gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış.

Birden çok güzel sarı bir gül görmüş. Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pempe bir gül gözüne çarpmış. Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş. Tam onu koparırken ilerde...

Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki sonuncu gülü koparıp kıza götürmüş.

Bahçenin en güzel gülünü beklerken kız bir de ne görsün yaprakları solmuş cılız bir gül.

Gülmüş adama..

"Bak gördün mü" demiş, "Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen sonunda en kötüsüne bile razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik gitmeden doğru seçimler yapmayı öğrenmek gerekir."


Fakir kız 

Bir gün, çelimsiz, küçük bir kız çocuğu sokağın köşesine oturmuş yiyecek,
para, ya da alabileceği herhangi bir şey için dileniyordu.
Üzerinde yırtık, pırtık giysiler vardı; yüzü gözü kir içinde, perişan bir hali vardı.
Kız dilenirken, sokaktan genç, canlı ve iyi görünümlü bir adam geçti. Kızı farketmişti ama belli etmemek için dönüp ikinci kez bakmadı.
Büyük ve lüks evine, mutlu ve rahat ailesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlanmış akşam sofrası onu bekliyordu.
Fakat az sonra düşünceleri tekrar o fakir kıza takılıverdi. Duyguları
birşeylere itiraz ediyordu.
Sonra kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah a yöneltti:
"Böyle birşeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza
yardım için birşeyler yapmıyorsun Allah ım?" diye yakındı içinden.
Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti :
"Yaptım. Seni yarattım!"


Kralın Parmağı 

Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.

Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
"Bunda da bir hayır var!"

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın başparmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:
"Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?"
Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.

Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.

Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
"Haklıymışsın!" dedi.
"Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi."
"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı.
"Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral.
"Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene!!!..."


Kaybettiğim oğluma mektup 

8 aydır karnımda Allah'ın bana bir emaneti gibiydi
canım, gülüm, hayatım,her şeyim, bir tanem,
sebeb-i hayatım, evladım, oğlum Cenk,
25 gün içinde bir kere bile kucağımıza
alamadan kara toprağa vermek onunla güzel bir gün yaşayamamak çok zor
8ayın bir gününde bile seni göremedim, elini tutamadım,
yanağını öpemedim, bağrıma basıp sıkı sıkı sarılamadım,
kokunu içime çekemedim, bir kerecik öpemedim.
Evde tek başıma otururken, ağlamanı duyamadım.
Bir tek gece odanın ışığı yanmadı.
Ben kapını açıp, bir kere bakamadım güzel yüzüne.
bizi unutmayacağını biliyoruz.
Ben de baban da biliyor
Ama oradan bir bağlantı kurulması mümkün değil...
Rüyalarımıza gelmeni seni orda sevmeyi hayal ediyoruz güzel oğlum.
İnsan her şeye tahammül edebiliyor.
Allah böyle bir sabır vermiş kullarına.
Ama tahammülü mümkün olmayan bir tek şey var.
Senin sevginden mahrum olmak.
Bunu hissedememek.
Kollarının arasına alamamak.
Kokunu içine çekememek.
İşte ölmeden bu öldürüyor insanı. 


Görmek 

Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:
- Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum. Çok yakın olduğunu söylediler.
Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
- Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.
Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
Çocuk:
- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
- İyi ama, demiş adam. Bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?
- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolya lar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kâğıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini farkettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
- Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğün


Mektuplar Yarışıyor 

Majesteleri Prens Charles,
Büyük oglunuz, yigitler yigidi Prens William'in, Sili'nin And Daglari'nda bulunan Tortel Köyü'ndeki 2,5 aylik kamp süresini basariyla tamamlanmasindan duydugumuz kivanç ve gururu bildirir, sizi de tebrik ederiz... Bununla birlikte; oglunuzu, hayati iyice ögrenmesi için bu kez de Istanbul'a yollama fikrinizin yanlis oldugunu belirtmeliyiz... 18 yasindaki Prens William için Istanbul uygun bir yer degil Sayin Prensim... Yine de siz bilirsiniz, biz emir kuluyuz... Kraliçemizin ellerinden hasretle öperiz...
Istanbul Konsolosu Roger Sixfinger
Sir Roger Sixfinger,
Pusulanizi okudum... Ne zamandan beri konsoloslar, Prens'e uyarida bulunuyor, merak içindeyim... Güzel bir Beyrut tayini özlemi içindesiniz sanirim... Prens William için gerekli hazirligi yapiniz... Gerekirse Ingiliz asilli sanatçi Suna Yildizoglu'ndan yardim isteyiniz... William haftaya orada olacak...
Prens Charles
Majesteleri Charles, Diplomasi ortamindaki bütün gelecegimi tehlikeye atarak, tekrar ikaz ederim ki, Prens William için Istanbul acaip bir yer... Daha dün gece, davetli oldugum bir tavernada, yanlislikla garsonun yerine benim ceketimi yaktilar, ceketin astarina sakladigim iki çok gizli belge ile çeyrek milli piyango biletim yandi... Ayreten, Suna Yildizoglu'na ulasamadik ama Kayhan Yildizoglu'nun çok selami var!..
Istanbul Konsolosu Roger Sixfinger
Roger,
Terbiyesizligin alemi yok!.. William iki gün sonra orada olacak... çalisip pismesi için güzel bir is ayarlayin... Ayreten "sir" ünvanini kaldirdigimi farketmissindir... Laga-lugaya devam edersen Istanbul Konsoloslugu'nu da kapatirim... Kayhan Yildizoglu kim, sen de selam söyle...
Prens Charles
Sevgili Babacigim,
Istanbul'a geleli 10 gün olmasina karsin, hayatimda önemli degisiklikler oldu... Kumkapi'da bir ocakbasinda garson olarak çalisiyorum... Sef garson Tatar Hamit beni maça götürdü, orada "Sarabi da içeriz, esrari da çekeriz", "Zipla,zipla, ziplamayan ibnedir", "Onbesinci dakikada nasil koydu Nouma" gibi tezahüratlar ögrendim... Mekanda iki kez kavga çikti, biri kanatlar az pistigi için, digeri mafya hesaplasmasiymis... Sisman ve killi biri, zayif ve killi birinin bacagina sikti!.. Ayreten üçü resmi kisi olmak üzere, bes insana haraç ödedik... Güz Gülleri'ni komple Türkçe söyler hale geldim, Yarim Keskin Biçak'ta ise nakarati biliyorum... Dün aksam iyi giyimli, Ersin adli yasitim bir genç gelip benimle tanisti, yaninda ilik gibi kizlar vardi... Son olarak, Ingiliz atlari burada çok seviliyor, Hot Jazz diye bi beygir var, Tatar Hamit ve dostlari onu hep tek geçiyor!..
Oglun William
Sir Sixfinger, William'dan tuhaf bir mektup aldim... Ziplamayan niye ibnedir, kanatlarin az pismesi ne demek, bacaga sikmak nedir, Güz Gülleri nedir, Yarim Keskin Biçak ne demek, ilik gibi kiz nedir, Hot Jazz'i tek geçmek niyedir?.. Tüm bunlari William'a sezdirmeden bana açiklayin... Gerekirse Istanbul'daki hayat egitim süresini kisaltabiliriz, görüs bildirin... Tatar Hamit'i arastirin!.. Bu arada tekrar "sir" oldunuz... Ben böyle ani bi parlarim, sonra sinirim geçer... Yanitinizi bekliyorum...
Prens Charles
Majesteleri Charles,
Eyvahlar olsun!.. Prens William, ocakbasindaki kasayi patlatip ortadan kaybolmus... Nerede oldugunu tespit edemedik... Bir dönem ünlü bir hocanin yaninda "Motor Grubu Sorumlusu" olarak çalismis olan Ersin isimli sahis tarafindan kandirildigini saniyoruz... Her ihtimale karsi Tatar Hamit'i kaçirdik, konsoloslugun çati katinda alikoyuyoruz... Bay Hamit ilginç bir tip, sabahlari misir gevregine süt yerine bogma raki döküp yiyor!.. O kadar uyariyi bosuna yapmadiydik... Neyse...
Istanbul Konsolosu Roger Sixfinger
Babam, Güzel Babam, Nasil özledim seni, o kadar olur... Su an ruh gibiyim, çokça da içtim, kafalarim duman... Babacigim, Ersin But adli arkadasla naylon bi sirket kurduk, hayali ihracat yapicaz, her makamdan ortaklarimiz mevcut... Senden ricam, olayin Ingiltere gümrük ayagini halletmendir!.. Siki indiricez, ciddi sakal var!.. B.B.P.L.B. D.G.D.!..
Yavrun William
Sir Sixfinger,
B.B.P.L.B.D.G.D.? ne demek, acil arastirin!..
Prens Charles
Saygideger Kraliçe,
Kendim, ticaretle ugrasan bir kisiyim, Kumkapi'daki "Duygusal Ocakbasi'nin sahibiyim... Torununuz William, hayati ögrensin ve afedersiniz, ömrü boyunca bazi pustluklara karsi hazirlikli olsun diye geçici olarak mekanima yerlestirilmisti... Fakat bir hafta önce kasayi hortumlayip kaçmis bulunuyor... Tatar diye bilinen Hamit Kisik adli sef garsonum da kayip, o da olayin içinde olabilir... Yasal faiziyle beraber zararim, 3 milyar 420 milyon liradir... Günesi batmayan imparatorlugunuzun bu parayi seri sekilde ödeyecegine inancim tamdir... Hizmetinizdeyim!..
Talip Kartopu
Majesteleri Charles,
Tatar Hamit'in yardimiyla sifreyi çözdük, açilim söyle: "Bas bas paralari Leyla'ya, bi daha mi gelicez dünyaya?" Bay Hamit pazarlik yapti, ünvan almadan yardim etmeyi reddetti... Mecburen, mevsimlik isçi gibi "geçici lord" yaptik kendisini!.. Bu arada Beyrut'a tayinimi rica ediyorum... Belgrad da olur... Son dönemde çok yoruldum...
Istanbul Konsolosu çileli Roger Sixfinger
Mr. Kartopu,
Size ödeme yapmayi reddediyorum... Fakat bu mektubu göstererek, Istanbul'daki Ingiliz Kütüphanesi'nden istediginiz kaynak eseri alabilirsiniz...
Kraliçe Elizabeth
Babacigim,
Bugün "Skerim kütüphanesini de, kaynagini da... Parami ödemezsen mermi manyagi yaparim seni!" seklinde bi cep mesaji aldim... Dehsete kapilmis durumdayim, yarin ilk uçakla dönüyorum. Neden geldim Istanbul'a ?
Hayati ögrenmekten Vazgeçen Oglun William.


Arılar ve Sinekler 

Bir gurup arıyla sineği bir şişeye koyuyorlar. Şişenin taban tarafını ışığa doğru, açık olan ağız kısmını da karanlığa doğru yerleştiriyorlar.

Arıların hepsi ışık olan tarafa doğru üşüşüyorlar. Ama şişenin tabanı cam ve
onların da yabancısı olduğu bir madde olduğundan çıkmayı

başaramıyorlar. Bu arada sinekler, şişenin ağzına doluşuyorlar ve karanlıkta dışarı çıkıp kayboluyorlar. Ağzı açık olan şişeden karanlık tarafa doğru tek bir arı bile gelmiyor.

Camın önünde ışığa doğru çabalarına devam ediyorlar. İnsanın aklına hemen arıların akılsızca davrandıkları geliyor.

Ancak biraz derinlemesine düşününce, karşımıza dikilen gerçek çok daha farklı.

Çok basit gibi gelen bu deney beni oldukça düşündürdü.

Arıların ne kadar akıllı yaratıklar olduğunu hepimiz biliyoruz, sinekler ise malum.

Arılardan korkarız bizi sokarlar diye ama sineklerden midemiz bulanır, uzak durmaya çalışırız.

Evet, ışığa doğru yürüyenlerin önünde her zaman engeller olacaktır kuskusuz.


Onlar, engellere rağmen ışıktan vazgeçmeyenlerdir.

Ne tür engel olursa olsun önlerinde, çabalarını sürdürenlerdir.Ve bu uğurda da gerektiğinde ölebilenlerdir.

Yürek, azim, sevgi, ilkeler, dürüstlüktür bunu yaptıran. Kendine saygı, yasadığı topluma saygıdır.

Sinekler, karanlıkta sıvışan kaçaklardır , karanlığa yürüyenlerdir, karanlık düşüncelerdir.

Şişenin ağzının karanlığa bakmasının onlarca hiç bir önemi yoktur.

Sinsi, ilkesiz, yüreksiz, korkak varlıklardır.

SADECE kendi yaşamları söz konusudur.

Nerede yemek varsa, nerede rahat yasayacaklarsa, nerede çok para
kazanacaklarsa oraya giderler.

Onlar için karanlık olması önemli değildir açık ağızların, karanlık sığınaklarıdır cünkü, izlerini rahatça kaybettirirler.

Arıyı kovalamak isterseniz savaşır, engellere aldırmaz.

Amacı sadece ışığa ulaşmaktır. İğnesini sapladığında öleceğini bilerek savaşır ve değerleri için ölür.

Ama sinekler kaçarlar. Sonra yılışık yılışık tekrar dönerler kovaladığınız yere.

Her türlü pisliğe bulaşırlar, sonra da yiyeceklerinize, üstünüze, başınıza
konarlar.

Arılar yumurtalarını yalnızca kovanlarına bırakırlar.

Oysa sinekler her yere yumurtlar, her yerde ürerler.

Onlar için asıl amaç çoğalmak ve yayılmaktır.


Sen Mükemmelsin 

İyi bilinen bir konuşmacı, seminerine 20 dolarlık bir banknotu göstererek başladı. 200 kişinin bulunduğu odaya, bu parayı kim ister diye sordu ve eller kalkmaya başladı. Konuşmacı bu parayı sizlerden birine vereceğim fakat öncelikle bazı şeyler yapacağım dedi. Parayı önce buruşturdu ve dinleyicilere hala bu parayı isteyen var mı diye sordu, eller yine havadaydı.
Bu sefer, konuşmacı peki bunu yaparsam dedi ve 20 $'i yere attı onun üstüne bastı, ezdi, pisletti ve para şimdi pis ve buruşuktu. Fakat eller yine havadaydı ve o parayı herkes istiyordu. Konuşmacı şöyle dedi arkadaşlarım burada çok önemli bir şey öğrendiniz, burada paraya ne yaptıysam hiç önemli değil onu yinede istiyorsunuz, çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi, o hala 20 dolar.
Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz, fakat ne olduğu yada ne olacağı önemli değil, hiçbir zaman değerimizi kaybetmeyiz. Temiz yada pis, hırpalanmış yada kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir. Seni sevenler senin ne kadar değerli olduğunu her zaman bileceklerdir. Hayatımızın değeri ne yaptığımız veya kimi tanıdığımızla değil kim olduğumuzla alakalıdır.

Sen mükemmelsin, bunu asla unutma. Her zaman elinde olanları düşün olmayanları değil...

 

   Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak:
 
YEREL SAAT  
   
 
   
KARTONPİYERCİLİKTE ÖNCÜ  
  ÜÇLER kartonpiyer ve alçı dekorasyon... Kahramanmaraş'ın lideri.

Bilgi Ve İletişim Telefonu:

0 536 574 67 48 (Harun KURNAZ)
0 505 787 35 28 (Harun KURNAZ)


 
İLANLAR  
  www.gercekrenkler.tr.gg

www.gercekrenkler46.azbuz.com

Bilgi Ve İletişim İçin Telefon:
0 506 567 76 05

E-Mail:
gercekrenkler@info.com

 
HER İŞİN BAŞI  
  BİSMİLLAH-R RAHMAN-R RAHİM.

Rahman Ve Rahim Olan ALLA'ın Adıyla.

 
Bugün 6615 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol